#Araştırma

Biden Uyarıyor: “Irak ve Suriye, ABD için Afganistan’dan Daha Büyük Tehlike Anlamına Geliyor”

El Kaide’nin Mirasını IŞİD Ele Geçiriyor

(Bu metin Arapça orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)

Yönetici Özeti

  • IŞİD’in yaklaşık 13 yıllık bir süre içinde çeşitli isimlerle Irak ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkışı, ABD ve müttefiklerinin yeni örgütün oluşturduğu güvenlik ve askeri tehditle başa çıkma yöntemlerinde değişikliğe yol açmıştır.
  • Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ve her iki ülkedeki kalıplaşmış yapıları ortadan kaldırması, cihatçı liderlerin Afganistan’dan birçok ülkeye yayılması için bir fırsat oluşturmuştur.
  • Irak’ta cihatçı örgütler ile Irak eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin rejiminin kalıntıları arasında karşılıklı fayda/ittifak durumu ortaya çıkmıştır.
  • El Kaide, bir yandan Şii örgüt liderlerinin politikaları sonucunda Sünni şehirlerde oluşmaya başlayan Sünnilere karşı baskı durumunu istismar ederken, öte yandan eski rejimin destekçilerini yerel topluluklara karşı kışkırtmış ve Irak’taki güvenlik ve askeri boşluktan yararlanmıştır.
  • Bugün IŞİD’in Irak, Suriye ve Yemen’de var olduğu, Afrika ülkelerinde yayıldığı ve örgütün El Kaide’nin aksine sınır ötesi operasyonlar planladığı ve yürüttüğü gerçeğine vurgu yapmaktayız. Bununla birlikte, dünyaya yayılmış El Kaide hücreleri içinde örgütsel bağ daha güçlüdür.
  • IŞİD, büyük mali kaynakları kontrol ederek ele geçirdiği topraklara gelenlere büyük fonlar sağlamış ve Sincar (Şengal) Dağı’nda ve diğer yerlerde işlediği insanlık suçları aracılığıyla insanları esir almış, katletmiş ve Şengal Dağı’ndaki insanlık suçunu, esareti, cihadın ana ahlakı olarak görenlere büyük bir fırsat olarak sunma aracı olarak kullanmıştır.
  • ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne sağladığı desteğin bir sonucu olarak, ABD’nin Suriye’ye müdahalesi ise Washington ile Ankara arasındaki ilişkileri büyük ölçüde germiştir.
  • Afganistan’da 3 trilyon dolar olarak tahmin edilen bir servetin varlığına ilişkin söylentiler bulunmakla birlikte bu, ABD’nin diğer ülkelerle olan ekonomik ilişkilerine kıyasla küçük bir rakamdır.
  • Rusya, Washington’un Afganistan’daki varlığının kendi çıkarlarını tehdit eden bir unsurdan ziyade kendisi için bir istikrar faktörü olduğunun farkında olmuştur.
  • Sızan raporlar, 2005 yılında İran’ın sekiz Taliban liderine öldürülen her Afgan askeri için 1.700 dolar ve aynı kaderi paylaşan her Afgan yetkili için yaklaşık 3.500 dolar hibe verdiği iddialarını içermiştir.

Giriş

Birçok yorumcu, ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgal etmesinden bu yana yaşanan değişikliklerin gerçekliğini ve ABD’nin 2003 yılında Irak işgalinden bu yana yaklaşık 17 yıl boyunca çeşitli isimler altında Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) ortaya çıkışını görmezden gelerek ABD Başkanı’nın Suriye ve Irak’ın Amerikan çıkarları için Afganistan’dan daha fazla tehlike arz ettiği yönündeki açıklamalarını bir tür küçümseme ile karşılamıştır. Oysa bu açıklama, ABD yönetiminin güvenlik ve askeri meselelerinin yönetimi ve 25 yıl önce bildiğimiz eski Taliban’ın değil, yeni Taliban’ın yarattığı düşük güvenlik tehdidi derecesi karşısındaki algıları bağlamında ele alınmalıdır. Şu anda Taliban bünyesinde Çin, Hindistan ve İran da dahil olmak üzere komşu ülkelerle diplomatik ilişkiler kurmaya çalışan bir kadro bulunmaktadır. Bu ülkelerden bazılarının Taliban ile ideolojik veya dini olarak gergin ilişkileri bulunsa da Taliban, kendisini Afganistan’da egemen güç olarak tanımalarını talep ederek, Batılı ülkelerle ilişkiler kurmaya çalışmaktadır. Bu gerçeklerden yola çıkarsak, ABD Başkanı Biden’ın açıklamasının realitesini, “ABD Başkanı’nın, Irak ve Suriye’nin Amerika için Afganistan’dan daha büyük bir tehlike olduğuna ilişkin açıklaması ne anlama geliyor?” sorusuna cevap vermemize yardımcı olması açısından bu yaklaşımın mahiyetini açıklayan birkaç başlık ortaya koyabiliriz. Bu başlıklar şu şekilde sıralanabilir: IŞİD’in El Kaide’nin küresel mirasını ele geçirmesi ve bunu hem Türkiye örneğinde bozulan ittifaklar hem de Amerika’nın ekonomik çıkarları açısından ve ayrıca Rusya-Çin dengeleri açısından incelemek mümkündür.

IŞİD’in El Kaide’nin Mirasını Ele Geçirmesi ve Küresel Yayılışı

ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ve bu iki ülkedeki basmakalıp yönetici yapıları tasfiye etmesi, cihatçı düşünce liderlerinin Afganistan’dan Irak dahil birçok ülkeye yayılması için bir fırsat yaratmıştır. Çünkü cihatçı örgütler ile Irak eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Baas rejiminin kalıntıları arasında bir tür karşılıklı çıkar/ittifak durumu ortaya çıkmıştır. El Kaide, eski rejimin destekçilerini yerel topluluklara karşı kışkırtmanın yanı sıra, Şii örgüt liderlerinin politikaları sonucunda Sünni şehirlerde oluşmaya başlayan Sünnilere karşı baskı durumunu istismar ederken, Irak’taki güvenlik ve askeri boşluktan da yararlanmıştır. Sonuç, kısa bir süre içinde askeri örgütü “Tevhid ve Cihad Cemaati”ni 2004 yılında Irak’ta El Kaide’nin temsilcisi hâline getirmeyi başaran Ebu Musab el Zerkavi denilen figürün ortaya çıkması olmuştur. Zerkavi, Usame bin Ladin’e bağlılık yemini ederek şunları söylemiştir: “Emirleri ve askerleriyle Tevhid ve Cihad Cemaati olarak, yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar Allah yolunda cihat etme uğrunda mücahitlerin şeyhi Usame bin Ladin’e hoşumuza giden ve gitmeyen her hususta işitmek ve itaat etmek üzere biat ettiğimiz haberini ulaştırdık.”[1]

Zerkavi’nin hayatı bu bağlılık yemininden sonra sadece iki yıl sürmüş, 2006 yılında öldürülmüştür. Ancak bu süre, bölgedeki cihatçı örgütlerin doktrininde çeşitli düzeylerde değişiklikler yapmak için yeterli olmuştur. Örneğin; Zerkavi’nin “kasapların emiri” olarak nitelenecek ölçüde aşırılık ve cinayette ileri gitmesi gibi.[2] Bir başka örnek, Zerkavi’nin örgütsel hedeflerini değiştirerek (küresel cihat ve uzak düşman olgusu)[3] adı altında ABD ve müttefiki olan bazı ülkelerin bölgedeki çıkarlarını hedef almak yerine, Sünnilerin temsilcisi olarak Sünnilerin saf kimliği sorununu başta Şiiler olmak üzere diğer kimlikler ve aidiyetler karşısına koyması anlamında bir tür kimlik savaşına dalarak Irak’taki Şiileri “cihadın” ve örgüt eylemlerinin öncelikli hedefi hâline getirmesidir.[4] Bu, Irak İslam Devleti örgütü ile El Kaide arasında bizatihi söz konusu yaklaşım konusunda anlaşmazlıklara yol açmıştır.[5] Örgüt içindeki bahsi geçen anlaşmazlıklara rağmen, Irak El Kaidesi, 2013 yılına kadar küresel El-Kaide şemsiyesinden ve lideri Usame bin Ladin’in meşruiyetinden vazgeçememiştir. Örgüt, Irak Şam İslam Devleti’ne dönüştüğünü açıkladığında, Suriye’deki El Nusra Cephesi’nin de bu yapıya dahil edildiğini duyurmuştur. Bu durum ise El Nusra ve Emiri Ebu Muhammed el-Cevlani tarafından reddedilmiştir. El Kaide’nin küresel lideri Eymen el-Zevahiri, El Nusra’nın IŞİD’e katılmayı reddetmesini desteklediği zaman, IŞİD ile El Kaide arasındaki ayrışma daha da artmış ve bu destek iki taraf arasında bir çatışmaya yol açmıştır. El-Zerkavi’nin adımları “Hilafet Devleti” ilanına ulaşmanın haritasını çizen adımlardı, zira IŞİD, El Kaide ve kollarının ulaşmaya çalıştığı Hilafet’i kurarak cihat yoluyla hedefine ulaştığını görmüştü. Çeşitli teşviklerin bir sonucu olarak Ebubekir El Bağdadi için El Kaide’den ayrılma fırsatı doğmuştu. Bu fırsatlar arasında, El-Kaide’nin kalesi olarak bilinen Afganistan’da zayıflaması ve iktidardaki rejimlere karşı devrimlere tanık olunan Arap ülkelerindeki doğrudan bağışlardan veya el konan ekonomik kaynaklardan büyük mali kaynakları kontrol edebilmenin yanı sıra yerel cihatçı örgütlerin bölgedeki binlerce genci çekmesini sağlayan Arap Baharı devrimleri bulunmaktadır.

Bugün IŞİD’in Irak, Suriye ve Yemen’de var olduğu ve sınır ötesi operasyonlar yürüten El Kaide’nin aksine Afrika ülkelerinde yayıldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bununla birlikte, dünya ülkelerine yayılmış El Kaide hücreleri içinde örgütsel bağ daha güçlüdür. Örgütün merkezi vizyonuna uygun olarak bağlı kalınan bir hedefler koleksiyonu bulunmaktadır. IŞİD ise dünyanın çeşitli uzak bölgelerine dağılmış şekilde, sadece terörize etmek amacıyla özellikle sivil oluşumları rastgele doğrudan hedefler hâline getirerek Avrupa ülkelerinde bireysel operasyonlar yürütmek üzere devşirilen herhangi bir kişiden yararlanarak gerilla savaşına dayalı operasyonlar yürütmektedir. Ayrıca El Kaide ile Taliban arasındaki ittifaktaki değişimi de görebiliriz. El Kaide bildiğimiz şekliyle Usame bin Ladin’in öldürülmesiyle sona ermiştir. Ayrıca El Nusra Cephesi’nin örgütten ayrılması ve Suriye’deki cihatçı örgütler için “yerel bir model” yaratma çabasına girişmesi, sınır ötesi literatürünü değiştirmek ve bulunduğu ülkelerin ulusal sınırlarına bağlı kalmak açısından El Kaide’nin hayatında yeni bir aşamaya kapı aralamıştır.

IŞİD’in El Kaide’den ayrılması ve “Irak ve Şam İslam Devleti”ni ilan etmesi, El Kaide’nin yapısı üzerinde doğrudan etkili olmuştur. IŞİD, halkçı kuluçka merkezleri içinde doğrudan aktif ve rekabetçidir. Bu doğrultuda, El Kaide ve benzeri cihatçı örgütlerden farklı olarak IŞİD, dünyanın farklı yerlerinden genç, erkek ve kadınlardan yaşlılara kadar “dogmatik dini naslar” çatısı altında yaşama hayali kuran sivil Müslümanları kendine çekmeyi başarmıştır. Bu, El Kaide’nin faaliyet gösterdiği ve aktif olduğu durumla çelişen bir kutuplaşmadır. El Kaide’ye sempati duyan sivil Müslümanların çoğu anavatanlarında yaşamaya kararlıyken, gençlerin yanı sıra elit cihatçı teorisyenler ve aileleri, “El Kaide bölgelerine göç etmeyi” tercih ediyorlardı. Bu yaklaşımlar genellikle savaşın durumu ve Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan, Rusya’ya karşı Çeçenistan veya NATO’ya karşı Irak örneğinde (özellikle El-Kaide’nin Felluce ve Anbar’ı kontrol etme aşamasında) olduğu gibi El Kaide ile bir ülke arasındaki doğrudan çatışmalarla ilgili olmuştur. Bu noktada, El Kaide Gücü Güvenlik Sorumlusu Seyfuladl, şunları söylüyor: “Elimizdeki bilgiler, El-Kaide’nin ya da onun Filistin ve Ürdün’deki fikri uzantısının çok fazla destekçisi olmadığını, kardeşler arasında üzerinde anlaşmaya varılan planın Ürdün ve Filistin’deki varlığına ve yayılmasına önem verdiğini söylüyor”[6] diyerek 2000 yılının başına kadar Filistin ve Ürdün’deki varlıklarının zayıflığından bahsetmektedir.

Biden’ın yeni Taliban yönetimi altındaki Afganistan’a ilişkin açıklamasını bir kenara bırakırsak, Kabil’in bu sınıf Müslüman toplumlar için bir saadet komitesine dönüşmesinin zor olduğunu göreceğiz. Zira IŞİD, bölgelerine gelenlere büyük fonlar sağlamasına olanak tanıyan devasa mali kaynakları kontrol etmiş ve “Sincar (Şengal) Dağı’nda işlediği insanlık suçları” ile esareti cihadın temel erdemlerinden biri olarak görenlere, korumadan yoksun bir topluma (Yezidilere) kölelik sistemini uygulamak için cazip bir fırsat sunmuştur. Bunlar Afganistan’da olmayan faktörlerdir, ayrıca Taliban dünyanın dört bir yanından onbinlerce cihatçıyı çekecek mali durumda değildir ve kitlesel hedef alma kavramı, başlangıcından beri Taliban’ın ideolojisinin bir parçası olmamıştır. Üstelik Musul, Havice, Rakka ve Deyrizor’daki durumun aksine cihatçı unsurların Afganistan’da kadınları yakalayıp pazarlarda satma fırsatları da yoktur.

IŞİD’in Suriye ve Irak’taki kentsel alanlar üzerindeki kontrolünün sona ermesi, ulaşılabilir hedefler koleksiyonunun sınırlandırılması ve ele geçirilmesi zor olan daha geniş alanlara yayılması ve aynı zamanda örgütü ilan edilen halifeliğin merkezi olmayan bir modeline dönüştürmesiyle temsil edilen farklı bir tehlike oluşturmaktadır. Bununla birlikte, sınır ötesi bir cihatçı örgütün bir devlet ve yarı entegre bir siyasi varlık kurma başarısıyla temsil edilen IŞİD deneyimi, kendisinden her zaman kaygı duyan uluslararası sistemler için başlı başına önemli bir tehlike oluşturmaktadır. Bu deneyim sadece uluslararası tanınırlıktan yoksundur ki bu, daha önce hiçbir cihatçı örgüt tarafından başarılamamıştır. Bu husus, Irak ve Suriye gibi bölgedeki önemli ülkelerin çöküşü ışığında son derece önem arz etmektedir. Bu, aşırılık yanlısı cihatçı örgütlerin, bilgi dünyasında teknik gelişmenin tüm araçlarından yararlanmanın yanı sıra ulus devletlerin kaynaklarını çok hızlı bir şekilde kullanarak öz kaynağa dönüştürme becerisine binaen devleti inşa ederken cihat ideolojisine dayanan bir devlet kurmaya yeniden teşebbüs etmek için uzun vadeli bir giriş noktası olarak edinebilecekleri bir durumdur. Bu imkanların, geçen yüzyılda cihatçı örgütlerin elinde olması zor bir durumdu. Tüm bu faktörler, ABD’nin Ortadoğu’ya doğrudan müdahale düzeyini düşürmesi ışığında, özellikle Washington’un tüm Soğuk Savaş boyunca kendi yanında olan bölgesel güçlerle müttefiklik ilişkileri söz konusu olduğunda ulusötesi cihatçı örgütlerin doğasındaki değişime bağlı olarak kümelenmektedir. Bu, birkaç Amerikalı yetkilinin, Ortadoğu ülkelerine Washington’un ittifaklarını terk etmediğine dair güvence vermeye çalışmasına neden olmuştur. Bunun en sonuncusu ABD Başkanı’nın Suudi Arabistan ziyaretinde çeşitli tehditler karşısında Riyad’ı desteklemeye devam edeceğini söylemesidir. Ancak ziyaret sırasında yaşanan görüşmeler ve atmosfer, ilişkilerin eski sıcak seviyesine geri dönüldüğüne işaret etmemiştir.

Zarar Gören İttifaklar Açısından: “Türkiye Örneği”

ABD’nin Suriye’ye müdahalesi, ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun YPG’nin ana omurgasını teşkil ettiği Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) verdiği desteğin bir sonucu olarak Washington’un Ankara ile ilişkisini önemli ölçüde zorlamıştır. Bu bağlamda Türkiye, Washington’un Suriye Demokratik Güçlerini terk etmesi şartını her zaman müzakere masasına koymuştur. Ancak 2015’ten bu yana Türkiye’nin isteği yerine getirilmemiş bu nedenle taraflar arasındaki anlaşmazlık tırmanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye’nin Rusya ve İran ile güvenlik, askeri ve hatta ekonomik denklemleri yönettiğine tanık olunmuştur. Dolayısıyla bu yeni denklemlerin, Türkiye’nin S-400 füzeleri satın alma hamlesi ya da SDG’ye karşı ikili ya da üçlü anlaşmalara (Washington/Rusya/İran) dayalı büyük çaplı askeri operasyonlar gerçekleştirmesi gibi kendi ihtiyaçları olmuştur. Bu güvenlik anlaşmaları, başta Washington ve Ankara olmak üzere adı geçen taraflar arasındaki dostane sebeplerin sonucu değil, iki müttefik arasındaki tarihsel ilişkinin yapısındaki önemli bir gerilimin sonucuydu. Ve bu gerilim, yeni Biden döneminde özellikle Washington tarafında iki ülke cumhurbaşkanlığı arasındaki ikili görüşmelerden kaçınma aşamasına gelene kadar iki tarafın ilişkilerini olumsuz etkiledi. Türkiye ayrıca ABD yaptırımlarına maruz kalmıştır. Şimdi yeni bir grup S-400 füzesi satın alma olasılığını artırmakta ve Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası olarak bilinen CAATSA yasası temelinde kendisini ABD’nin daha ağır yaptırımlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Nitekim iki müttefikin ilişkilerini çok olumsuz etkileyen diğer birçok meseleye ek olarak Türkiye buna ilk kez Aralık 2020’de maruz kalmıştır. Burada 8 yıldan daha eskiye giden bir ilişkiden bahsetmekteyiz.

Amerikan Ekonomik Çıkarları Açısından

Kuşkusuz Amerika, Afganistan’da bulunduğu süreyi ekonomik yatırımlar yapmak için kullanabilirdi. Bununla birlikte, Ortadoğu’ya yönelmesinin nedeni, Washington’ın Ortadoğu’daki müttefiklerinin ve ilişkilerinin karşı karşıya olduğu tehlikede yatmaktadır. Bunlar Amerika ile istikrarlı ekonomik ilişkilere ve çıkarlara sahip olan ve çoğu Amerikan mallarını ciddi ölçüde satın alan ülkelerdir, örneğin, Afganistan’da tahmini 3 trilyon dolarlık bir servet vardır.[7] Bu, Suudi-Amerikan ekonomik ilişkilerine kıyasla küçük bir rakamdır. Trump’ın Suudi Arabistan ile tek başına imzaladığı silah anlaşması, ona eşlik eden diğer yatırımlara ek olarak, bir trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu, Suudi Arabistan’ın yaklaşık 230 milyar dolar tutarındaki ABD tahvillerine cömert katılımına ek olarak gerçekleşmiştir. Körfez ülkeleri ile Amerika’nın bölgedeki diğer müttefiklerini birbirine bağlayan finansal blok ve ekonomik çıkarları hesapladığımızda ve bunu Afganistan’daki tahmini 3 trilyon dolarlık servetle karşılaştırdığımızda, Amerika’nın bölgedeki sabit yatırımları karşısında 3 trilyon dolarlık rakam küçük bir rakam olarak kalmaktadır. Elbette Afganistan’a yapılacak herhangi bir reel yatırımın büyük güvenlik istikrarı gerektirdiğini de belirtmek gerekir. Taliban’a karşı yoğun savaş son yıllarda durmuş olsa da bu, iki tarafın aslında birkaç yıl önce Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi konusunda müzakerelere girişmelerinin bir sonucudur. Dolayısıyla Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesinden önceki durum gerçek bir güvenlik ve askeri istikrar örneği olarak değerlendirilemez. Ayrıca Taliban hareketi örgüt olarak Amerika’nın Afganistan’a girmesi nedeniyle kapsamlı bir cepheleşme kararı almamış, Amerikan ve NATO güçlerini yıpratma ve gerilla savaşı yürütmek üzere şehirlerden çekilmeyi tercih etmiştir. Washington ile müzakerelerin çökmesi söz konusu olsaydı Taliban’ın çatışmalara güçlü bir şekilde geri dönme olasılığı yüksekti ve dolayısıyla burada ABD Başkanı Joe Biden’ın Irak ve Suriye’deki durumun tehlikesi hakkında yaptığı açıklamanın ekonomik açıdan Afganistan’dan çok Amerika için önemi vardı.

Rusya ve Çin ile Denge Açısından

Afganistan bir yandan Soğuk Savaş sırasındaki Sovyet yenilgisinin bu kez ABD’ye karşı yeniden canlanmasını temsil etse de Rusya, Washington’un Afganistan’daki varlığının, çıkarlarına yönelik bir tehditten ziyade, kendisi için istikrar sağlayıcı bir faktör olduğunun farkındaydı.

Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası cihatçılardan oluşan bir komiteye dönüşmüş ülkede güvenlik ve askeri durumu kontrol edebildi. Bunlar, Rusya’nın seksenlerde Afganistan’da ve geçen yüzyılın sonlarında Çeçenistan’da Çeçen halkına karşı savaşlarından bu yana sınırlarındaki varlığından korktuğu bir bloktur. Rusya ayrıca, Washington’un Afganistan’daki varlığının gerçek olmadığının ve sahada gerçek bir hükümet, ulusal ideolojiye inanan eğitimli bir ordu ve ülkelerindeki Amerikan/yabancı varlığına hoşgörülü bir halk gibi olası istikrar araçlarından yoksun olduğunun farkındaydı. Nitekim bu durum, Washington ülkeden çekilir çekilmez Afgan hükümetinin ve ordusunun Taliban karşısında tamamen çökmesiyle ortaya çıkmıştır. Washington’un Afganistan’ı çevreleyen müttefiklerinin her birinin, Taliban’ı destekleyip desteklememe ya da bunu, Washington ile güçlü bir ilişkisi olan Hindistan ve Pakistan gibi karşı tarafı zayıflatma noktası hâline getirme konusunda kendi hesapları vardı. Bununla birlikte, Hindistan’ın teknik gelişimi, insan nüfusunun büyüklüğü ve Washington’un Doğu Asya’da Çin ile yüzleşme ihtiyacının yanı sıra, Pakistan’da merkezi kurumsallaşmanın yokluğuna ek olarak, sınır bölgelerinde, özellikle Afganistan sınırında, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir ve kendisine karşı ırkçı uygulamalardan muzdarip olan Hindistan’daki İslami blok üzerindeki tarihsel farklılıklar ışığında devletin devam eden zayıflığı ile ilgili krizlerden de muzdariptir.

Çin ve Afganistan 76 kilometrelik kısa bir sınırı paylaşmasına rağmen, Çin’in İpek Yolu projesi kapsamında karayolu ağını genişletmek için Afgan coğrafyasından yararlanma arzusu göz önüne alındığında, Taliban’ın Afganistan üzerindeki kontrolü, Çin’in Orta Asya politikası için yeni bir dinamizmi temsil etmiştir. Bununla birlikte, Afganistan antik İpek Yolu inisiyatifiyle iki önemli şehre Kabil ve Nangarhar’a (Budist uygarlığının önemli bir arkeolojik alanı) sahiptir. Afganistan, Orta Asya ile Güney Asya arasındaki ve Çin ile Orta Doğu arasındaki en kısa yol olduğu için Çin’in bu projesi için önemli bir ülkedir. Son yıllarda Çin’in Afganistan’daki ekonomik etkisi önemli ölçüde artmaya başlamış, Pekin, Afganistan’ın başkenti yakınlarındaki Aynak’taki dev bakır madenini (dünyanın en büyük ikinci bakır yatağı) işletme imtiyazını 3 milyar dolara almıştır. Ayrıca Pekin ve Kabil, 2016 yılında Pekin’in ülkeyi en az 100 milyon dolar finansman sağlamayı taahhüt ettiği bir mutabakat zaptını da imzalamıştır. Eylül 2016’da Çin’den Afganistan sınırındaki Hiratan kasabasına doğrudan bir yük treni yola çıkarılmış ve ayrıca Kabil ile Çin’in Urumçi kentini birbirine bağlayan bir hava koridoru oluşturulmuştur.[8] Bu nedenle, Afganistan’da onlarca yıl süren savaşın ardından istikrarı korumak, Çin-Pakistan ekonomik koridorunun bulunduğu komşu Pakistan’da sınırlarını güvence altına almak ve stratejik altyapıya yatırım yapmak istediği için Pekin’in en önemli önceliklerinden biri durumundadır. Bu doğrultuda ve Taliban’ın Çin’in devam eden yatırımlarından yararlanma arzusunun bir sonucu olarak Pekin, Taliban’ın iktidara gelmesinden bu yana Afganistan’a yaptığı ilk ziyarette Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile Kabil’de yaptığı görüşmede Pekin’in tüm endişelerini giderme niyetini teyit etmiştir.[9] Çin, çeşitli hedeflere ulaşmak için Taliban ile barışçıl bir ilişki sürdürmeyi arzulamaktadır. Ekonomik çıkarlarının devamlılığını sağlamak, Afganistan’ın Amerika ile çatışmadaki konumundan yararlanmak[10] ve Çin’in Afganistan’ın cihatçı İslami örgütler için bir merkez haline geleceği endişesi yanında bölgedeki Hint etkisini dengelemek bu hedefler arasındadır. Bu, özellikle Çin’in Sincan’daki (Doğu Türkistan)[11] Uygur Müslüman azınlığa yönelik politikası konusunda Çin içinde askeri operasyonlar yürütmesini sağlayacaktır.

Tehdit Yoluyla Müttefik İran

1979’daki İran İslam Devrimi, Amerika Birleşik Devletleri ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki ilişkinin temelini oluşturmuş ve İran kısa süre sonra Irak ile yıkıcı bir savaşa girmiştir. Bu savaş her iki tarafın da muazzam zaferler elde etmediği, ancak her iki tarafın askeri gücünün ve altyapısının önemli bir kısmının tahrip olmasına yol açacak şekilde devam ettiği bir savaş olmuştur. Bu yıkım dengesi, bazıları tarafından İsrail’in ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’nin iki tarafı birbirine yakın askeri saldırı gücü seviyelerinde tutma politikasına dayandırılmaktadır.

1990’ların ortalarından bu yana, İran’ın Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla genişlemesi ve ABD’nin 2003’te Irak’a karşı başlattığı savaş sonrası realiteler değişmiştir. İran’ın gücü, 2010 yılında ABD’deki Demokrat Parti yönetiminin Irak’tan çekilmesiyle sonuçlanan Irak’taki kademeli kontrolü ışığında büyük bir bölgesel askeri güç olma yolunda yeni bir sıçramaya tanık olmuş ve daha sonra İran’ın stratejik gücü, İran nükleer anlaşması P5+1 ile katlanarak artmıştır. Bu ise İran’ın, bir yandan komşu ülkelere daha fazla konuşlanmasının önünü açmış, öte yandan büyük miktarda mali kaynağa erişmesini sağlamıştır. Nükleer konulu P5+1 anlaşması ise Mart-Mayıs 2015 aylarında gündeme gelmiştir.  Dolayısıyla Suudi Arabistan öncülüğünde Yemen’deki Arap Koalisyonu’nun (Kararlılık Fırtınası operasyonu) adı altında, Husilerin ve eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’e ve Husilere bağlı güçlerin 25 Mart 2015’te geçici başkent Aden’e yönelik saldırısına karşı müdahalesinin başlamasıyla Yemen’deki Suudi askeri müdahalesine güçlü bir darbe olmuştur. Amerika-İran anlaşmazlıkları, doğrudan veya müttefikler aracılığıyla, her zaman bölgede İran’ın güçlenmesi ile neticelenmiştir. Bunlardan sonuncusu, İran’ın Rusya ile birlikte Suriye’nin başkentinin yakınlarında Suriye-İsrail sınırına kadar en önemli muhalif bölgeleri kontrol edebilmesi amacıyla ABD’nin 2018’de Dera cephesine ya da Suriye’deki güney cephesine verdiği desteği geri çekmesiydi.

Amerika Birleşik Devletleri’nin şu ya da bu şekilde yardım ettiği İran nüfuzu bölgede yaklaşık 40 yıldır artmaktadır. Bu nüfuz, geçtiğimiz on yılda, İran’ın Suriye’ye doğrudan müdahaleleri, Irak ve Lübnan’ın karar alma mekanizmaları üzerinde doğrudan kontrolü, Husi milislere tam desteği, Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki güç dengesine yönelik tehditleri, Bahreyn’in işlerine müdahalesi ve hatta Taliban ile ilişkilerinin niteliğini değiştirmesi yoluyla, Afganistan’dan Akdeniz’e kadar bölgedeki ABD çıkarları için doğrudan bir tehdide dönüşmüş durumdadır. Zira İran, ülkesine birçok El Kaide liderini kabul etmiş ve 2010 yılında WikiLeaks tarafından üç Amerikan, İngiliz ve Alman gazetesine sızdırılan gizli ABD askeri belgelerinin yayımlandığı İngiliz Daily Telegraph gazetesine göre bu gerçeğe atıfta bulunulmuş ve -ortaya çıkan belgelere göre- Tahran, Afganistan’da öldürülen her asker için direniş liderlerine cömert ödüller vermiştir. Sızdırılan haberlerde, 2005 yılında İran’ın sekiz Taliban komutanına, öldürülen her Afgan askeri için bağış olarak bin yedi yüz ABD dolarından fazla ve aynı kaderi paylaşan her Afgan yetkili için yaklaşık üç bin beş yüz dolar bağışta bulunduğu iddia edilmektedir.[12] Raporlar ayrıca, 2015 yılında Afganistan’da bulunan “IŞİD  unsurlarının” İran sınırına yaklaşmasını önlemek amacıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu eski komutanı Kasım Süleymani tarafından organize edilen Taliban ve İran arasındaki işbirliğine işaret etmektedir.[13]

Afganistan konusunda İran’ın Taliban hareketiyle ilişkisinin ne ölçüde geliştiğini kestirmek mümkün olmasa da İran bölgede istikrarı bozmak için her türlü aracı kullanacaktır. Suriye ve Irak gibi ülkelerde Afgan Şii unsurların giderek artan oranda devşirilmesi, Afgan Şiilerinin Taliban hükümetine gerçek bir sorun yaratmaması karşılığında ve gelecekte muhtemel herhangi bir Amerikan baskısı karşısında araçlarının artırılması da bu kapsamdadır. Bu bir dereceye kadar, ABD için stratejik öneme sahip tüm coğrafyalar için bir tehdit oluşturma noktasına ulaşmıştır. İran tehdidi, Suriye rejiminin bölge devletlerinin, ABD’nin ve yerel toplulukların çıkarlarına yönelik tehdidiyle birlikte, her iki tarafın da sınır ötesi Şii örgütleri kullandığı gerçeğinin ötesine geçmektedir.[14] Amerika’nın Irak savaşı sırasında Selefi grupları en çok kullanan ve onlar için eğitim kampları açan taraf İran olmuştur ve Esed rejimi ayrıca Suriye’deki devrimin başlangıcından itibaren Suriyeli Selefi cihatçı liderleri hapishanelerinden salıvermiştir. Bu durum, bu akımın kendisini askeri bir karakterle yeniden şekillendirmesine yardımcı olmuştur. Bu kişiler Suriye devrimine dahil olarak ulusal ya da ılımlı projenin bazı özelliklerini taşıyan muhalif grupları ise tasfiye etmiştir. Benzer bir senaryo Irak’ta, Irak ordusunu ve Peşmerge güçlerini zayıflatmanın yanı sıra Maliki rejiminin cihatçı örgütleri hapisten çıkarması pahasına Sünni şehirler üzerindeki güvenlik kontrolünü güçlendirmesiyle yaşanmıştır. Bu, IŞİD’in Musul ve Irak’ın yarısını kontrol etmesine ve Haşdi Şabi’nin ortaya çıkmasına ve bu yapının resmi devlet kurumlarından daha fazla güçlenmesine yol açmıştır. Bu adımlarla iki ülkenin rejimleri kendilerini, komşu ülkelerin ve dünyanın güvenliğini tehdit eden aşırılık yanlısı gruplarla mücadele eden rejimler olarak göstermişlerdir.

Hem bu rejimler arasında gizli anlaşmaların bulunduğuna, hem de Suriye ve Irak’ta aşırılığın ortaya çıktığına dair çeşitli raporlar yayımlanmıştır. Anadolu Ajansı tarafından Farsça olarak yayımlanan bir haberde şu ifadelere yer verilmiştir: “İran yanlısı Nuri El Maliki hükümeti, Musul’daki 30.000 Irak ordusu mensubunun IŞİD ile savaşmasını engellemiş, örgütün 20 milyar dolarlık silah, banka kasası ve milyarlarca dolar nakit parayı ele geçirmesini kolaylaştırmış ve IŞİD, Irak Hava Kuvvetleri tarafından rahatsız edilmeden birkaç gün içinde Irak’ın yaklaşık yarısını işgal etmiştir.” Dünyanın dört bir yanından El Kaide üyeleri de ABD işgalinden sonra Irak’a gelmiştir. Necef’teki bazı dini aktivistlere göre, İran’a bağlı dini ve militan gruplar Irak’ta El Kaide’ye karşı çıkmak bir yana, ona mali destek olup örgüte silah da sağlamışlardır. El Kaide’nin Irak lideri ve IŞİD’in ruhani babası Zerkavi tedavi için iki kez İran’a götürülmüştür. Suriye devriminden birkaç ay sonra[15] Esed ve Maliki, Sednaya, Ebu Gureyb ve el-Tacir gibi cezaevlerinden binlerce eski El Kaide üyesini serbest bırakmışlardır. Suriye cephesinde, bu iş birliğinin birçok göstergesi ve kanıtı bulunmaktadır. “Avrupa Birliği’nin, Mart 2015’te ilk kez bir şahsın, o dönemde IŞİD ile Esed rejimi arasında arabulucu olarak tanımlanan, aynı zamanda Rusya vatandaşı Suriyeli bir Hristiyan olan ve müteahhitlik şirketi sahibi George Haswani’nin adının yer aldığı bir yaptırım listesi yayımlaması” bu kanıtlardandır.[16] Aşırılık yanlısı örgütlerin tehdidi Suriye ve Irak sınırlarının ötesine geçmektedir, çünkü İran’ın çoklu savaşlarında Afgan Şiilerini büyük ölçüde kullanması ve İran’ın kendi topraklarındaki  Şii türbelerine ve camilerine yönelik IŞİD saldırılarını Afgan siyasetine girmek ve etkilemek için bir kapı olarak kullanmasına ek olarak İran’ın Kuzey İttifakı ile ayrıca temsil ettikleri güçlü bir kartla Hazara Şiilerinin geneliyle de uzun süredir devam eden bir ilişkisi olmuştur. Keza İran “Radio Farda” internet sitesinin aktardığına göre İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü komutanı İsmail Kani, 7 Eylül 2021’de parlamentonun gizli bir oturumunda, “Afgan Şiilerinin de İran için çok önemli olduğunu ve Tahran’ın Afganistan’ın işleri üzerinde tam kontrole sahip olduğunu”[17] vurgulamıştır.

Sonuç

Amerika Birleşik Devletleri Ulusal İstihbarat Teşkilatı Direktörü Avril Haines, Afganistan’ın Amerikan güvenliğine yönelik tehditler arasındaki konumuna ilişkin pozisyonunu yineleyerek Amerika ve Batı’nın geri çekilmesinden sonra IŞİD ve El Kaide’nin Afganistan’a geri döneceğine dair kaygıları olmasına rağmen, Afganistan’ın artık uluslararası terör tehditleri açısından ülkesinin endişelerinin başında gelmediğini, bununla birlikte, Somali, Yemen, Suriye ve Irak’tan, özellikle de IŞİD’den gelen “terörist tehditlerin”, Afganistan’dan daha büyük bir tehlike oluşturduğunu söylemiştir.[18] Bu tehditler büyük ölçüde Ortadoğu’daki cihatçı hareketin tanık olduğu değişimden, IŞİD’in El Kaide’den ayrılmasından, bu ayrılığa rağmen kuluçka merkezlerinde meşruiyet kazanmasından, örgütün El Kaide’den çok daha aşırı fikirleri benimsemesinden ve üyelerinin niteliklerine değil, niceliklerine dayanan adem-i merkeziyetçiliğinden kaynaklanmaktadır. IŞİD, büyük ölçüde cihatçı çevredeki tanınmış insanlar tarafından sevilen erkek “mücahitler” ile sınırlı olan El Kaide’nin aksine, dünyanın dört bir yanından gelen ailelerin ve kadınların halifeliğe katılma biçiminde bir değişiklik getirmeyi de başarmıştır.

“Selefi-cihatçı hareketin en önde gelen ideologlarından biri” olan Ebu Muhammed el-Makdisi, el-Zerkavi vakasını tanımlarken şöyle demektedir: “Referans kaynaklar tarafından belirlenen cihat kurallarına uyulmaması, kontrolsüz savaşmaya devam edecek bir halkın ortaya çıkmasına yol açacaktır. Ve onlar, iyiyi ve kötüyü ayırt etmeden, çıkarlarını ve kötülüklerini tartmadan ümmete karşı ayaklanacaklardır.” Bir başka cihatçı ideolog olan Ebu Katade el-Filistini ise Ebubekir el-Bağdadi örneğinde IŞİD’in “cihat projesini” iki noktada baltaladığını düşünmektedir: Birincisi: [cihatçı] projeyi bölmüştür ve ikincisi, çatışmayı içe doğru yönlendirmiştir. Öyle ki El Nusra ile husumeti altı ay içinde Emirliğe karşı çıkışı nedeniyle akidevi bir çatışmaya dönüşmüştür. Çünkü IŞİD kendisini, Müslümanlardan oluşan bir cemaat olarak değil “Müslümanların cemaati” anlamında bir “Hilafet” olarak görmüştür.[19]

Bu doğrultuda, IŞİD’in (doktrin ve uygulamada bir İslam Halifeliğini ne ölçüde temsil ettiğinin gerçek değerlendirmesinden bağımsız olarak) “İslam Hilafetinin egemenliğine dönüş” olarak temsil ettiği şey açısından Amerika Birleşik Devletleri ve dünyadaki ulus devlet sistemine tehlikesini tartışmak için bir pencere açılabilir. Bu bağlamda, aşırılıkçı ideologlar, yaklaşık bir asırdır ilk kez İslam Hilafetinin geri dönüşüne dair bir “rüyayı” gerçekleştirebildiler ve bu nokta bugün IŞİD tarafından kuluçka merkezlerinde “işgal edilmiş bir İslam Hilafetinin” varlığını göstermek için kullanılmaktadır. Bu söylem, örgütün Suriye’nin Haseke vilayetindeki El Hol kampında bulunan kadınlarıyla yapılan birçok röportajda ortaya çıkmıştır.

ABD Başkanı Biden’ın, ABD’nin güvenliği ve çıkarları için Afganistan’a göre “Suriye ve Irak’ın yarattığı daha yüksek tehlike seviyeleri” hakkındaki açıklaması, Amerika Birleşik Devletleri her ne kadar doğrudan askeri müdahalesini azaltmaya veya bölgede polis rolünü oynamaya çalışsa da Ortadoğu’nun ve önemli ülkelerinin ABD çıkarları üzerindeki etkisi çerçevesinde yapılmaktadır. Ancak Amerika’nın bölge ülkeleriyle ilişkileri onlarca yıl öncesine dayanmaktadır. Washington’un bölgedeki müttefiklerinin çoğu, güvenlik ve yönetim sistemlerinin sürdürülmesi konularında Beyaz Saray’a güvenmişlerdir ve dolayısıyla ABD’nin herhangi bir şekilde geri çekilmesinin, Washington’un stratejik derinliklerinde, özellikle de Çin’de yüzleşmek istediği rakiplerinin artması üzerinde bir etkisi olacaktır. Zira Amerika bölgeye, zorlu mali ödemelerle boğuşan ülkeleri kontrol etme kapısı olacak silah anlaşmaları veya devasa krediler kapısından girmeye çalışmaktadır. Öte yandan, Taliban’ın çevredeki merkezi kontrolü ve zayıflığı, bazı aşırılık yanlısı Tacik örgütlerini ve diğerlerini Rusya ve Çin için bir güvenlik kuşağı oluşturan bölge ülkelerine karşı aktif hale getirirse Amerika’nın çıkarına olacaktır.


[1] El-Kaide bayrağı altında birleşen Tevhid ve Cihad Cemati’nin, “Emir Ebu Musab El-Zerkavi’nin Mücahitlerin Şeyhi Usame bin Ladin’e biat ettiğini” müjdeleyen açıklaması, Kaynak: Palestine Network for Dialogue, Tarih: 17/10/2004, Link: https://bit.ly/3MFLMRY

[2] Seyfüladl (Küresel İslam Kaide Ordusu Güvenlik Sorumlusu), Ebu Musab el-Zerkavi’nin biyografisini anlatıyor, Kaynak: CIA Library, Link: https://bit.ly/3aW4shP

[3] El Makdisi’nin kardeşi İslamcı savaşçılara El Kaide’den ayrılıp IŞİD’e katılmaları çağrısında bulundu. Kaynak: İslamcılar, Yayınlanma Tarihi: 26/04/2014, Link: https://bit.ly/3B3InIH

[4] IŞİD El Kaide’yi bölüyor, Kaynak: BBC, Yayınlanma Tarihi: 20/08/2014, Link: https://bbc.in/3znQy1m

[5] “Otobiyografi” IŞİD’in manevi babasını ortaya koyuyor, Kaynak: Al Jazeera Net, Tarih: 3/12/2018, Link: https://bit.ly/3D5SihF

[6] A.g.k. Seyfüladl (Küresel İslam Kaide Ordusu Güvenlik Sorumlusu), Ebu Musab el-Zerkavi’nin biyografisini anlatıyor

[7] Afganistan’da 3 trilyon dolar değerinde “heder edilen” madenler. Neden faydalanılmadı? Kaynak: Al Ain News, Tarih: 18/08/2021, Link: https://bit.ly/3SlrP4c

[8] “Kuşak ve Yol”: Amerika, Çin’in en önemli projesinin kaderini Taliban’ın eline nasıl verdi? Kaynak: Al Jazeera Net, Yayınlanma Tarihi: 17/08/2021, Link: https://bit.ly/3cw3edI

[9] Taliban, Çin’in “tüm endişelerini” gidermeye söz verdi, Kaynak: France24, Yayınlanma Tarihi: 24/03/2022 Link: https://bit.ly/3OiJkju

[10] Kunduz’un Taliban’ın eline geçmesi: Kuzey Afganistan’daki Çin etkisine bir darbe mi? Kaynak: Al-Araby Al-Jadeed, Yayın Tarihi: 30/09/2015, Link: https://bit.ly/3RTnt5h

[11] Çin’in Afganistan’da Taliban’a verdiği desteğin arkasındaki amaçlar, Kaynak: Sky News, Yayınlanma Tarihi: 19/09/2021, Link: https://bit.ly/3Bcq9VL

[12] İran Taliban’ı destekliyor ve Bin Ladin de hayatta, Kaynak: Al Jazeera Net, Tarih: 28.07.2010, Link: https://bit.ly/3VAQ3Kq

[13] İran desteğinin devamı karşılığında Afgan Şiilerine maruz kalmamak… Tahran ile Taliban arasındaki anlaşmanın detayları ortaya çıktı, Kaynak: Arabi Post, Tarih: 26/08/2021, Link: https://bit.ly/3CQW6SK

[14] Kaani, Irak’taki Şii evinin dağılması halinde “IŞİD’in yeni bir istilasından” korkuyor, Kaynak: Al-Sharq Al-Awsat: Yayınlanma Tarihi: 10/02/2022, Link: https://bit.ly/3B845vb

[15] İran; Irak’ta düzen ve istikrarın tesisi önündeki en büyük engel, Kaynak: Anadolu Ajansı, Yayın tarihi: 21/03/2021, Link: https://bit.ly/3omTV28

[16] Kötü niyetli ittifak… Esed ile IŞİD arasındaki iş birliğinin bir envanteri, Yazar: Ali Hüseyin Bakir, Kaynak: Al Jazeera Net, Yayın Tarihi: 9/5/2016, Link: https://bit.ly/3vth1IH

[17] Daha fazla bilgi için lütfen Washington Foundation for Near East Policy web sitesinde yer alan makaleye bakınız. Başlık: IŞİD ile anlaşmalar İran’ın mükemmel bir yaklaşımıdır, Yazar: Omar Al-Raddad, Tarih: 20/12/2017, Link: https://bit.ly/3yZP1NG, Yine el-Kabes sitesinde yayımlanan bir makalede, Taliban liderlerinden Fatimiyyun Tugayı’nın Şii camilerini koruma meselesini almasını kabul etmelerini istemiş ve Tahran’ın iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari trafiği kolaylaştırmak karşılığında Taliban’ın gözetiminde tugayın finansmanını ve silahlandırılmasını kabul ettiğini vurgulamıştır. Yayın Tarihi: 21/10/2021, Link: https://bit.ly/3B3QIMv, Sky News sitesindeki başka bir makale için bkz. 4 senaryo: DAEŞ, İran’ın Afganistan’a giden kapısını açıyor, Link: https://bit.ly/3Q23mQH

[18] ABD istihbaratı 4 Arap ülkesini Afganistan’dan daha tehlikeli görüyor, Kaynak: Arabi21, Tarih: 15/09/2021, Link: https://bit.ly/3PsaUfo

[19] “IŞİD”: Fikri Yapısı ve Realitedeki Karmaşıklıklar, Kaynak: Al-Jazeera Net, Yayın Tarihi: 2

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir